Kelimelerin Kökenlerine Yolculuk
Kelimelerin Kökenlerine Yolculuk
Kelimelerin Kökenlerine Yolculuk
Kelimelerin Kökenlerine Yolculuk
Ücretsiz Kargo Fırsatı
- Sayfa Sayısı: 120 Sayfa
- Cilt: 1. sınıf sert karton kapak
Kelimeleri tanımayanlar, kelimelerin gücünü ve tesir kuvvetini bilemezler. Bu nedenle bir milleti tanımak için diline, kullandığı kelimelerine bakmak gerekir. Bir milleti ele geçirmek, tarih sahnesinden silmek için ise Konfüçyüs’ün dediği gibi “Geçmişle en önemli bir bağ olan dilini, kullandığı kelimelerini ellerinden almak yeterlidir.” İşte biz de tam bu noktadan hareketle geçmişimizle, tarihimizle, milli hafızamızla köprülük yapan kelimelerimizi tanımaya çalışıyoruz. Ecdadımızın elinde işlenmiş, milletimizin gönlünde yoğrulmuş, annemizin ak sütü gibi bizden bir parça olmuş kelimelerimizi keşfetmek adına yola çıkıyoruz.
Sevgili dostlar, insanoğlu günlük hayatta kullandığı kelimelerin nereden geldiğini, neden öyle söylendiğini hep merak eder, sorar, araştırır. Çünkü bizler dünyaya gönderildiğimizde ilk önce kelimelerle tanışırız. Dünyayı ve hayatı kelimeler üzerinden öğreniriz. Kelimeler kalbimize, ruhumuza, duygularımıza hitap eder. Dış dünyadan iç âlemimize mesajlar taşır. Öyle ki, kimi kelimeler şefkati, muhabbeti; kimi kelimeler güveni, samimiyeti; kimi kelimeler ise ümidi ve hasreti ifade eder. Öyle kelimeler de vardır ki dilimizde zarafeti, asaleti, cesareti, şehameti anlatır ve yansıtır, yürekleri coşturur.
Bu nedenle insanla, lisan arasında çok derin ve köklü bir bağ vardır. Zira insan; fikirlerini, duygularını, beklentilerini, hayallerini dış dünyaya dilin yapı taşları olan kelimelerle yansıtır. Lisan, insanın âyinesi, bir iletişim köprüsü oluverir. Bu ayna ve köprü ne kadar büyük ve geniş olursa, o nisbette kişi, iç dünyasını dışarıya başarıyla ve kazasız aktarabilir, yansıtabilir.
Bediüzzaman Hazretleri “Muhâkemât” isimli eserinde lisan hakkında şu tespiti yapar: “Bir milletin mizacı (şahsiyeti, karakteri) o milletin hissiyatının menşei (kaynağı) olduğu gibi, lisan-ı millisi de hissiyatının makesidir (âyinesidir).” Yani bir milletin karakter özellikleri, milli şahsiyeti hislerinden, duygularından kaynaklandığı gibi, konuştuğu milli lisanı da, hislerinin, duygularının göstergesidir. Dolayısıyla bu milletin evlatları olarak bizler, kelime hazinemizi arttırıp, dilimizin sınırlarını genişlettikçe lisanın özelliklerini, inceliklerini öğrenmeye çalıştıkça, dilimizin güzellikleri hayatımıza, şahsiyetimize de yansıyıp bizi olgunlaştıracaktır, güzelleştirecektir. Zira Anadolu’nun dili, devletler kuran, tarihe medeniyetler miras bırakan, tüm cihanı imana ve İslam’a çağıran bir imparatorluk dilidir.
Nihat Sami Banarlı çok değerli “Türkçenin Sırları” isimli
kitabında “imparatorluk dilleri” hakkında şöyle söyler:
Bir kısım diller vardır ki, bir vatanda değil, birçok vatanlarda
devlet kurmuş, hâkimiyet kurmuş büyük milletlerin
dilidir. Bu diller pek tabii olarak, medeniyet ve hâkimiyet
götürdükleri ülkelerin dillerinden derlenmiş kelimelerle de
zengin büyük dillerdir.
İmparatorluk dilleri, milletlerin hâkim oldukları topraklardan vergi alır, baç alır, mahsul toplar gibi, kelime de alırlar. Hem bu alışın ölçüsü de yoktur. Kendilerine lazım olduğu kadar veya canları istediği kadar alabilirler… Öte yandan aynı ülkelerden derledikleri lüzumlu kelimeleri kendi dillerinin gramerine, estetiğine ve fonetiğine göre millileştirerek kendi kelimeleri yaparlar. Biz bunlara öteden beri fethedilmiş ülkeler gibi fethedilmiş kelimeler diyoruz. Ancak yeryüzünde ve cihan tarihinde imparatorluk dili olmamış diller çok, fakat imparatorluk dilleri azdır. Çünkü dünya tarihinde hem askeri ve idari imparatorluk hem de dil ve kültür imparatorluğu karabilmiş millet azdır. Bu saydığımız vasıflara, şüphesiz bazı mühim farklarla uygun imparatorluk dilleri, denilebilir ki, Latince, Arapça, İngilizce, ve Türkçedir. Bu dillerin hiç biri Özdil değildir. Esasen yeryüzünde hiçbir kültür ve medeniyet dili hiçbir zaman Özdil almak taassubuna ve basitliğine iltifat etmemiştir.”
Hâlbuki bugün böyle bir imparatorluk diline, mirasına, alt yapısına sahip bir milletin evlatları olarak bizler ne haldeyiz. Mesela bir İngiliz lise öğrencisi, 16. yüzyılda yaşamış Şekspir’in eserlerini okur, anlar, tefekkür eder, geçmişiyle bir bağ kurabilir. Yine bir Fransız talebe 19. asırda yaşamış, eserler vermiş Victor Hugo’yu okuyup anlayabilir. Fakat ne acıdır ki, Anadolu’nun çocuğu, 16. yüzyılda yaşamış Fuzuli’yi okuyamaz, okusa da anlayamaz. Ahmed Cevdet Paşanın eserlerine bir ecnebi kadar yabancıdır, uzaktır. Hatta daha dün denebilecek bir dönemde yaşamış Mehmed Akif’in safahatını orijinalinden okuyamaz. Şairimizin Latin harflerine çevrilmiş şiirlerinden bile lügat kullanmadan istifade edemez. Bunun pek çok sebebi var. Lakin en önemli sebep, nesiller arasında köprü olan dilimize, kelimelerimize yabancılaşmamız veya yabancılaştırılmamız gerçeğidir.
Diğer önemli bir nokta ise kelimelerin gücüdür, tesir sahasıdır. Zira kelimeleri tanımayanlar, kelimelerin gücünü ve tesir kuvvetini bilemezler. Bu nedenle bir milleti tanımak için diline, kullandığı kelimelerine bakmak gerekir. Bir milleti ele geçirmek, tarih sahnesinden silmek için ise Konfüçyüs’ün dediği gibi “Geçmişle en önemli bir bağ olan dilini, kullandığı kelimelerini ellerinden almak yeterlidir.” İşte biz de tam bu noktadan hareketle geçmişimizle, tarihimizle, milli hafızamızla köprülük yapan kelimelerimizi tanımaya çalışıyoruz. Ecdadımızın elinde işlenmiş, milletimizin gönlünde yoğrulmuş, annemizin ak sütü gibi bizden bir parça olmuş kelimelerimizi keşfetmek adına yola çıkıyoruz.
Evet, kitabın isminde de geçtiği gibi kelimelerimizin kökenlerine yolculuk yapıyoruz. Haydi, Bismillah…
Tüm Yorumlar